28 Eylül 2009 Pazartesi

öyle işte...

Israrla çalan telefonu açmak gelmiyordu içimden. arayan bunu biliyormuş ta, kırmaya azmetmiş gibi bu direnişi, defalarca arıyor, içimden geçirdiğim her türlü düşünceyi hak etmeye çalışıyordu. büyük bir nefretle uzandım komidinin üzerinde titremekten ve avaz avaz bağırmaktan harap olmuş telefonuma, ulan dedim işim düştüğünde hemen biten lanet şarj nasıl oldu da bu işbirliğine razı oldu. ekrana, arayana bakmadan, -efendim? dedim. karşımdaki; –iyi günler harun bey. dedi. -sağol dedim, olanca küstahlığım ve bölünmüş uykumla. -bilmemne karttan arıyorum, ek kart için falan filan anlatacağım dedi, fütursuzca. –sizce müsait miyim, dedim. bu sorum karşısında mallaşan call center görevlisi bayan, -afedersiniz, müsait misiniz? diye sordu. –değilim dedim. gün içinde tekrar arama vaadiyle kapattı telefonu. saat çok da erken değildi aslında, yalan olmasın ya onbir yada ikiyi çeyrek geçiyordu. öyle bişeydi işte.

telefonla aram pek iyi değildi son aylarda, arayan ya kampanyaları hakkında bilgi vermek isteyen tele marketing operatörleri, ya da herhangi bir firmanın müşteri hizmetleri görevlisi oluyordu. bu nedenle telefonum çalınca hiç de öyle heyecanlandığım olmuyordu son zamanlarda. Doğum günümü bile ilk kutlayan bunlardan biri olmuştu bu sene. dandik bir sms ile mutlu yıllar diliyor, kendilerini hatırlatıyorlardı.

yataktan büyük bir mutsuzluk içinde kalktım, her zamanki gibi, odadan çıkmadan kapının yanındaki dev boy aynasında bir süre kendimi izledim, göbeğimi içime çekip alıcı gözle uzun uzun izledim kendimi. bir de şu saçımdaki kepekler olmasaydı, diye geçirdim içimden.

elimi yüzümü yıkadıktan sonra, annemin geçen hafta gönderdiği artık kraker kıvamında olan yaprak sarmasını çıkardım dolaptan, yanında da bi bardak vişne suyu. bu iki tadı aynı midede harmanlayan adamın günü nasıl geçebilir diye düşünebilirsiniz ama, evde başka asitli içecek olmadığından tercihim böyleydi.

bi kaç parmağımı yalayıp, diğerlerini pijamama sildikten sonra mutfak masasını toplamadan, çalışma odama yöneldim. bilgisayarımın açılmasını beklerken gözüm duvardaki resme ilişti, soğuk bi kış günü verilmiş sıcak bi pozdu duvardaki çerçeveyi süsleyen. şimdi o resmi çektirdiğimiz gün geldi aklıma; büyük bir telaşla önce kız evine gidilmiş, kız ve yakın çevresindekiler kuaföre götürülmüş, sonra 3-5 araba korna çalarak yolunu tutmuştuk o fotoğraf stüdyosunun. adam sürekli, harika, mükemmel, harikulade şeklinde gaz verip, normal hayatta hiç bi zaman giremeyeceğimiz şekillere sokup bizi , ardı ardına basıyordu deklanşöre. Sıradan bir düğün günü ritüelini böyle tamamladık o gün.

sonra aynı kalabalık, düğün salonuna geçtik, işin en heyacanlı yeri. annemin hesabına göre o günün parasıyla yaklaşık 20 milyarlık takı gelecekti, ancak anons yaptırmadığımız için gelen takıların büyük bi bölümü geldikleri kişiyle ayrıldı salondan. ulan madem takı takmayacaksınız ne diye geldiniz düğünüme diye geçirdim içimden. hiç unutmuyorum; yakınlarımdan biri eşime bir bilezik getirmişti, kızın koluna takmaya çalışırken bi kaç parçaya bölünmüştü.

ben o günden sonra anons yapılmayan hiçbir düğünde takı takmadım kimseye, madem ki damadın-gelinin bilmemnesi sadece teşekkür ediyor diye rencide edilmeyeceğim, ne diye bi küçük altını heba edeyim, diye düşünerek!

14 Eylül 2009 Pazartesi

ayaz vurdu ahırıma...

Soğuktu. sıkıca sarıldığı yorganından adeta titreyerek ayrıldı zozan. burnundan ve ağzından buharlar çıkıyordu, üzerindeki gecelikle sobanın başına gitti hemen, geçmiş ateşi şöyle bi karıştırdı soba maşası ile ama bunun nafile bi çaba olduğunun farkındaydı.

üşüyen çıplak ayaklarıyla seke seke odanın içinde, üzerine bişeyler geçirdi ve ev ahalisi uyanmadan hayvanların sütlerini sağıp, kaynatmak ve kahvaltı sofrasına hazır etmek için, elinde süt kovası, ayağında; topuğuna basılmış eski erkek ayakkabısı, esneye esneye ahırın yolunu tuttu. Üzerinde yürüdüğü donmuş çakıl taşlarının çıtırtısını duymuyordu, ta ki onlardan bi tanesi ayakkabının içine girip çanını acıtana kadar. O kadar alıştığı bir uygulamaydı ki bu sabah yaptığı, yarı uykulu olmasına gerek yoktu, uyuyarak da yapabilirdi, eksiksiz.

Pek uzun sayılmazdı boyu zozanın. Ama kısa da değildi. Beli biraz kamburlaşmıştı, aralıksız yıllarca çalışma, kötü beslenme, tarumar bir vücuda sahip olma nedenleri arasındaydı. Yürürken her an bişeylere çarpacakmışcasına eğilerek ve ürkek yürür, konuşurken; sanki kimse duymasın istiyormuş gibi alçak ve kısık sesle konuşurdu. ailenin ilk gelini olmasının verdiği gurur; kocası olan seyfinin; “-senden sıkılıyor gibiyim, ailene geri mi göndersem seni” sözleriyle yerle bir olmuştu.

Seyfi; ailenin ilk çocuğuydu ve akraba evliliği sonucu ayaklarında altışar parmak olarak gelmişti dünyaya. Naif bir kişiliği vardı seyfinin. Ne zaman konuşacak olsa, millet ağzının içine bakar, söyledikleri dilden dile yayılırdı ve sonunda seyfi de inanırdı bu söylediklerine.

Ahırın kesif kokusu içinde, mütevekkil, oturmuş süt sağıyordu zozan. aşina elleri hayvanın memesindeydi ama aklı eski günlerdeydi. Kara, uzun ve sık saçlarını örgü yaptığı günler geldi aklına annesinin. çeşmeye su almaya giderken ilk defa gördüğü seyfiyle göz göze geldiği anı hatırladı, utancından kafasını yalağa soktuğu an geldi aklına, gülümsedi. Sonra yanağından aşağıya süzülen yaşları fark etti, o kadar üşümüştü ki, soğuktan ağlıyordu .

Tatlı bi uyku bastırdı, o hala hayvanı sağarken, gözleri kapanıyordu, uyumuştu sonunda. Aradan aylar geçti, mevsimler döndü yaza, kuşlar döndü pişman, ama zozan dönmedi gittiği yerden, uykusu ağırdı tamam, ama bu çok ağır olmuştu kalanlar için. ruhunu teslim ettiği yere olimpik bir yüzme havuzu yaptırıldı, aziz hatırasına. Genç aşıklar ele ele tutuşarak bülent ortaçgil parçaları dillendirdiler o havuzun başında, kimileri o havuzdan evlerine klorlu su taşıdılar, çiçekleri sulamak için!

12 Eylül 2009 Cumartesi

gecenin nemi...

“insan; ayrılırken bile büyük olmalı.” diye bi söz dinlemiştim bigün. ne büyüğü lan! dedim içimden. büyüklüğü mü kalmış, ayrılmışsın işte, ne diye kasacaksın kendini? sonra o büyüklüğünün sana faydası ne olacak? Hayır, merak ediyorum, onunla konuştuğun o cep telefonun da gözüne daha büyük görünmez mi? E, cebe de sığmaz artık, onu nerene koyacaksın?

yada ne bileyim, beraber yediğin etsiz çiğ köfte daha acı gelmez mi adama? diyelim ki büyük oldun; beklediğin dolmuş günün en berbat saatinde daha mı boş gelecek? o beklediğin otobüsteki yolculardan biri; “durun, bu adam ayrılırken büyük olmuş, şuna yer verelim mi diyecek?

kavgada büyük olmak avantaj sağlar da, ayrılırken büyük olmak sağlamaz ağa! Bilakis; küçüleceksin, kaybolacaksın, görünmez olacaksın! köpek bile havlamaz olacak sana artık, nefes alamayacaksın, yemek yiyemeyeceksin, ayrılmışlığını yaşayacaksın! haber izlerken aklına gelecek ve sen durup dururken başlayacaksın ağlamaya, aldırış etmeyeceksin “ne oldu lan” vari tepkilere.

yaşarken büyük olacaksın, ayrılırken değil! “madem o kadar büyüktün, neden ayrıldın?” demezler mi adama sonra? acını yaşayacaksın, kaybetmişliğini, hüznünü…

bi arkadaşım, ayrılık için; "beş mermili rus ruletidir." demişti, o geldi aklıma, şimdi sesleniyorum ona buradan; hapşırsanda, hapşırmasanda kurduğun o güzel cümle için, çok yaşa..!

11 Eylül 2009 Cuma

çocukluk işte...

yağmur yağıyordu dışarda, öğlenki rezil rüzgardan sonra ilaç gibi gelmişti bu yağmur. tabi yağmurun yağmasıyla benim görev de başlamış oluyordu. çatının aktığı yere banyodan kovayı getirip koyduktan sonra, görevimi eksiksiz yapmanın bilinciyle vakur bir şekilde sobanın yanındaki yarısı sobadan dolayı sararmış olan minderimin üzerine oturdum.

elimde, yusuf tavaslının o dönem bestseller olan dualı namaz hocası isimli kitabı vardı. okuyup, akşam babama anlatacaktım özetini okuduklarımın ama bi türlü öğleden önce yaptığımız maçta attığım gol gitmiyordu aklımdan. sürekli o golü düşünüyordum, diğer arkadaşlarımın da, o an o golü düşündüğünü düşünüp gülümsüyordum. harika gidiyordu maç, bir de rüzgar çıkmasaydı iyi olacaktı ama, en azından ben golümü atmıştım.

Çetin geldi gözlerimin önüne sonra, yan komşumuzdu çetin ve kardeşi Koray. Koray tam bi molozdu ama çetin iyi futbol oynardı, kapılarımızın arasında en fazla kırkbeş santim olmasına rağmen her maçımız mahalle maçı olurdu çetinle ve hep rakip takım kaptanları olurduk. ne zaman bana çalım atsa hırsla pozisyonun devamında faul yapardım. bilmediğim için pek futbolu, çok çalımlardı beni çetin ve çok dayak yerdi benden zavallı.

Gerçi mahallenin bütün çocuklarını döverdim ama çetine özel bi ilgiyle yaklaşırdım. Sanırım çetinin dayısının almanyadan ona getirdiği oyuncakların, çocuğun yediği dayaklarla doğrudan ilgisi vardı.

tebrizli şems diyor ki..;

tebrizli şems hazretleri ile mevlana rumi hazretleri arasındaki diyaloğu anlatan çok kitap okudum son günlerde. herbirinde ayrı bir perspektiften bakılıyordu bu ikilinin ateş olup yanmasına.

insanın Allah için birbirini sevmesi böyle bişey olsa gerek. şaşırıp kalıyorsun okudukça, öğrendikçe! işte o okuduğum kitaplardan birinde geçen bi parağraf var, benim diyecek adamı yere serebilecek düzeyde;

"Hakk'ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “düzenim bozulur, hayatım alt üst olur” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha güzel olmadığını..?"

sözün bittiği yer, işte tam burası...

10 Eylül 2009 Perşembe

ah rüştü ahh..!

ramazan geceleri sahura kadar uyumamak adettendir, ertesi gün akşama kadar yatıp oruç tutan işsizler için. bi gece uykum tutmadığı için; geziniyordum internette, turuncu yanıp sönen msn penceresiyle irkildim, nabıon reis yazmış, rüştü kalsik msn ağzıyla. iyiyim, teşekkür ederim rüştü dedim, her zamanki üslubumla.

sağdan soldan konuştuk, bi kaç gecedir görüşmüyorduk, neden dedim rüştüye, neden görüşemiyoruz kaç gecedir? bi kaç mazeret belirtti ama, ne dediğini şimdi tam hatırlamıyorum, çünkü çok kızmıştım rüştüye, ona laf yetiştireceğim diye kül tablasındaki sıgaramı unutmuştum ve son sıgaram bitmişti.

kurduğu cümlelere artık sadece gülücüklerle, dandik msn ifadeleriyle cevap veriyordum. oralı değildi rüştü, yazdıkça yazıyordu, cuma akşamı mülaki olalım dedim. rüştü henüz bana gelmeyen bi ileti yazıyordu, tedirgin oldum sonra, bu kadar uzun cevap verebileceği başka bi anlama gelen bi cümle mi kurmuştum acaba. rüştü henüz mülaki (buluşan, kavuşan, görüşen.) kelimesini cümle içinde kullanmamış olabilir mi diye düşündüm sonra.

Bu sefer açık açık yazdım, o hala bana ileti yazarken. Batak oynayalım bi akşam dedim. Gururumuzdan ödün vermeden, ne alırsınız diye soran garsona 4 çay, 2 si açık diyecekken o namert garsonun arkasını dönmesine bozulup masadakilerle göz göze gelmemeye çalışmadan, birbirimize umarsızca el şakaları yaparak, acaba benim paketten sıgara alır mı tedirginliği yaşamadan, içimizden ulan o daha çok içti neden ortak ödüyoruz ki diye kederlenmeden, coşkuyla, beraberce ve el ele bi batak oynayalım dedim.

Oynayalım dedi rüştü. O an; acı bi tebessüm yayıldı dudaklarıma, bi saattir yazdığı ileti sadece bir “oynayalım” olmamalıydı. tamam dedim, kısa ve net! Çok şey konuştuk sonrasında, şimdi aklıma gelmeyen bi çok şey. Kalbim kırılmıştı, o kısa lanet iletiye! Rüştü hala yazıyordu umarsızca, paranın değiştirdiği insanlardan bahsediyordu, rekabet kurumunda tanıdığım olup olmadığını soruyordu, aslında iç güzelliğe pek de önem vermediğini anlatıyordu ama benim aklım hala o kısa iletideydi.

Engellesem mi diye düşündüm bi süre, sonra elektrikler gitti falan diyerek kandırabilirdim, yapamadım. Bu bana yakışmazdı, rüştü hala yazıyordu ve ben ekranın altında yanıp sönen turuncu ışıkla ilgilenmiyordum artık, bi an rahatsız oldum o yanıp sönen turuncu şerefsiz ışıktan ve birden çektim bilgisayarın fişini prizden. Bi süre oturdum ekranın karşısında, sinirle baktım siyah ekrana, ulan dedim, keşke geçen sene onda kalan nokia şarj aletimi isteseydim! Neyse dedim sonra, değmezmiş! Ve o günden sonra birdaha hiç kimse için ağlamadım…

misafirim var...

buğra aradı o gün, -ortak akşam sizdeyiz dedi. memnuniyetle dedim, -gelirken cevizli baklava alın köşedeki büfeden. ramazan günüydü, iftardan 2 saat sonra geldi buğra ve eşi nilay. özlemişim buğrayı, severim kendisini. O ki; sümela manastırının duvarlarına “buğra buradaydı.” yazacak kadar bu memleketin evladıdır. oturduk meyve yedik, paranın satın alamayacağı şeyler üzerine sohbet ettik, çay içtik. Özlemiştim buğrayı, hasret giderdik.

sonra kapı çaldı, serap, ali ve mehtap ellerinde bi paket güllaç, 3 tane pide kapıda bekliyor. Tam buyur edecektim içeri serapın omuz darbesiyle sendeledim. Oturduk meyve, çay sohbet seremonisine girdik. Masada bir tek desmond david hume eksikti Allah sizi inandırsın. Keyif aldığım ender akşamlardan biriydi o gece…

buğralar saat 01.00 gibi kalktılar, ısrar ettim –sahur yapalım beraber diye ama kalmadılar. Uğurladım onları, sıgaramız bitmişti ve herkes birbirinin gözünün içine bakıyordu. Benim kafam rahattı kitaplığımdaki modern psikoloji tarihi kitabının arasına 1 tane zulaladığım içim.
Kafası rahat olmayan arkadaşları; kardeşim ahmetin -arabada yedek paketim var, onu alıp geleyim sözleri adeta çılgına çevirdi. Herkes birbirine sarılıp kucaklaştı, bayram sabahı heyecanı hakimdi ortama, sıgaralar içildi, halaylar çekildi, sıra geldi sahur sofrasına.

Serap ve öznur sofrayı hazırlarken, serapı gözüne mısır unu ilişince bir Trabzonlunun huzurunda kuymak yapma görevi verildi bana. Daha önce de yapmıştım ve beğenilmişti ama, o gün okula beslenme çantasında bile kuymak götüren birinin olması tedirgin etti beni.

Büyük bir özveriyle yaptığım kuymak, toplumun her kesiminden büyük teveccühlere mahzar oldu. Ne koyuyorsun içine, nasıl bu kadar güzel oluyor diye tarifini soranlara ise; bir tutam sevgi, biraz köy peyniri, az da hoşgörü ve tereyağı ile un ve bir de 1 bardak su diyorum.

Bir gün herkesle kuymak yemek ümidiyle…